Bir Gün, Bir Resim Bana Baktı
Aynayı opak yapan, önünde duran nesneyi yansıtmasını sağlayan “sır”dır. Cam, sırlanınca ayna olur ve kişinin imgesini yansıtır. Aynadaki görüntü bir temsildir, ona bakanın görüntüsünün taklididir. Ayna ve aynadaki imgemiz insanlığın en kadim hikâye kaynaklarından biridir. Aynaya giren gerçeklik teması insanlık var olduğu sürece işlenmiştir. İmge/akis üreten bir cisim olarak ayna bize hep tılsımlı gelmiştir. Felsefi olarak ayna gerçeklik üzerine çok fikir üretmemize vesile olmuştur. Ayna sadece kendimizi bize gösteren opak bir camdan ibaret değildir. Biz birbirimizin bedenlerini de kendi aynamız olarak kullanan varlıklarız. Aynasız hiçbir an’ımız yoktur. Öyle ki Jean Paul Sartre “Çıkış Yok” (Huis Clos) adlı oyununda birbirlerinin bakışında kendini gören insanların cehennemini ve buradan çıkış olmadığını anlatır bize. Ya da İtalyan oyun yazarı Luigi Pirandello kırık aynalar sembolünü kullanarak kendi imgemizin asla tekil olmadığını vurgular.
Resim de nesneyi yeniden üreten, imge yoluyla temsile döken, birebir taklit edebilen bir tür aynadır. Aynadan farkı ise temsil ettiği figüre bağımlı olmamasıdır. Resim, taklit ettiği gerçeğin imgesini çerçevesi içine, tuvale tutsak eder. Taklit edilen nesne/kişi/olgu yok olsa da resmi kalıcıdır. Oysa ayna birebir taklit ettiği nesneye bağımlıdır. Nesne gidince imgesi/aksi de yok olur. Kendi portresine bakan insan bilir ki portredeki siluet onun, o resim çizilirken, o yaştaki görüntüsünün kalıcı imgesidir. İmge artık kişinin kendisinden bağımsız olarak, bir varlık olup dünyaya eklenmiştir. Sanatın tılsımı budur. İmgeyi dünyaya kalıcı bir varlık olarak eklemek. Ayna en klasik haliyle şeyleri olduğu gibi yansıtmaya “mahkûm” bir araçtır. Resmin ise böyle bir zorunluluğu yoktur. Resmeden el hürdür. Yansıtma becerisini duygu, düşünce ve ruh halleriyle zenginleştirir ve dilediği gibi çarpıtabilir. Bu yüzden bir resim, eğer gerçek bir sanat eseriyse, aslında temsilden (representation) ötedir ve aynı zamanda bir sunumdur (presentation). Kendi varlığıyla bir şey sunmak için vardır.
Tuvale hapsedilen imge genellikle bizim ona bakmamız için vardır. Bu bakış tek taraflıdır. İmge onu tasarlayan sanatçının hayalinden, zihninden tuvale aktarılmış bir mesaj, bir iletişim aracıdır. Biz resme baktığımızda, onu çizenin bize ne demek istediğini, hangi duyguyu aksettirmek istediğini anlamaya çalışırız. Resim, bizimle konuşur ama (Mona Lisa gibi bazı istisnalar dışında) bize bakmaz. Bakış, tek taraflıdır, bizim bakışımızdır. Resmi, aynen ayna gibi opak ve geçişsiz kılan “sır” insanın kendini görme, beğenme, eleştirme, var olduğunu onaylama ihtiyaçlarını karşılar.
Sanatın en büyülü taraflarından biri de kendi kurgusallığının farkında olan eserler üretebilmesidir. Modern sanat kurgu ve gerçeği birbirine çok yaklaştırır hatta bazen yerlerini değiştirir. “Metafiction”-üst kurgu- dediğimiz tarz, sanat eserinin kendi kurgusallığının farkında olarak gerçeğe meydan okuması ve gerçeğin kendisini kurgu haline getirebilmesi amacı taşır. Resim sanatında buna çeşitli örnekler verilebilir. Şu an aklıma gelen ilk örnek René Magritte’in “Attempting the Impossible” (İmkânsıza Kalkışmak) adlı tablosudur. Tabloda ressam resmin içine girmiştir ve karısını çizmektedir. Resim, kurgusallığının farkındadır ve gerçeğe meydan okur.
Ancak bu yazıya konu olarak seçilen eser, bildik isimlerden birinin değil. İdris Esen’in bir tablosu olacak. Yaşayan bir sanatçının resmi üzerine yorum yapmak son derece riskli bir iş olduğu için yorumlarımda ipin ucunu kaçırırsam diye endişe içinde olduğumu itiraf etmek isterim. Öte yandan bu tablonun güzelliği, karşısında duranda yorum yapma iştahını açıyor olmasından kaynaklanıyor. Gerçek sanat eseri kişinin başına geldiğinde onda duygu karışıklığı, duygu yoğunluğu, merak, hayata dair sorgulama gibi hisler yaratır. Bunlara gerçek sanat eserinin verdiği estetik haz da eklenince kişi kendini tutamaz ve kendini resimle ya da kendi kendine konuşurken bulur. Yani, aşağıda yapacağım yorumların sorumlusu İdris Esen’in tesadüfen karşıma çıkan bu isimsiz tablosudur ve içsel sohbetimin metni şöyledir:
Tablonun fonu altın yaldızlı düz bir zemin. Düz duvar boyası gibi değil, ressamın fırça darbelerinden çıktığı belli edilmek istenmiş. Resimde tüm bedeni sargılı olan biri, o düz zeminin arkasından, içerisinden sargılı eliyle sanki buğulanmış bir camı siler gibi o düz zemini siliyor. Bu hareketle o silinen alan, silen elin boyutlarında ve şeklinde, adeta bir perdeymiş gibi aralanıyor ve içerisi olduğunu fark ediyoruz. Bu basit el hareketi bize resmin dışarısı ve içerisi olduğunu gösteriyor. Normalde o silen el olmasa bakacağımız şey dümdüz bir duvar veya opak bir zemin iken, onun ardında gizlenen bir yaşam/gerçeklik çıkıyor karşımıza. Bu hareket bizim içeriyi görmemizi sağlıyor, yani imge bizi gerçek dünyamızda yakalıyor ve “bak ben buradayım, gördüğünü sandığın şey aslında başka bir şey” diyor. Sargılar içindeki kişi başka bir yere ait (resmin kurgusal dünyasına), ancak bu yerin detayları bize sunulmamış. Sadece o kişinin arkasında bir duvar olduğunu düşünebiliriz. Bir odada muhtemelen bu kişi. Biz resmin dışarısında olduğumuzu sargılı elin hareketiyle, bir pencere aralığından bize bakar gibi bakmasından anlıyoruz. İmge bizi kendi yaşamının gerçekliğine davet ediyor.
İdris Esen’in bu “isimsiz” tablosuna bakan kişi, aslında, bir tablonun bakışına maruz kalmıştır. Gafil avlanır. Aynen Medusa’nın bakışına maruz kalıp taşa dönenler gibi olduğu yerde kalır. Bu tablodaki figür, bize bakmaktadır. Bakışları çok hüzünlüdür. Gözleriyle bir şeyler anlatır gibi bakar bize. Gözlerdeki o vurguyu vurucu kılan ise kişinin diğer her tarafının sargılarla gizlenmiş oluşudur.
Resim, aynı zamanda, bir aynaya bakmakta olan kişinin aynadaki sırrı kaldırarak onun öte tarafını görenin resmi gibi de okunabilir. Ya da buğulanmış bir camdan dışarıyı görebilmek için buğuyu silen el gibi. Bu hareketi hepimiz sıklıkla yapmışızdır. Otobüste, banyoda ister cam, ister ayna, illaki görünmeyeni görünür kılmak için bu işi yapmışızdır. Aynada oluşan buğuyu sildiğimizde görmeyi planladığımız şey kendi aksimizdir, otobüsün veya evin bir penceresindeki buğuyu silerken ise dışarıyı görmek isteriz.
Ancak hiçbir resme silinmesi gereken geçişli, şeffaf, ama buğulu bir yüzey gibi yaklaşmamışızdır. Ya da hiçbir resmedilen imge resmin kurgusallığını bir el hareketiyle bölüp içeriden dışarıya, sanal olandan gerçek olana, böyle bakmaya kalkışmamıştır. Resimde kişi bir el hareketiyle görmemizi engelleyen o şeyi (ayna, duvar, tuval, boya vs.) silerek bulunduğu yerden bize bakar. Biz, ayna fonksiyonsuz kılındığı için onun arkasında duran yeni yansıması oluruz resimdeki kişinin. Kişinin hüznü ve tüm yaraları da bizim hüznümüz ve yaralarımız olur.
Öte yandan o sargılar da resmin tüm mistik havasına ek bir boyut katar. Ne sargısıdır bunlar? Bu figür bir mumya mıdır? Mumya olarak yorumlarsak resmin anlamı bambaşka olacak şüphesiz. Bu sefer işe ölüm/yaşam, ölüm/ölümsüzlük zıtlıkları girecek. Figür bir mumyadan ziyade sargılı bir beden ise, bu sargılar o bedeni neyden koruyor sorusu çıkar karşımıza. Beden yaralı mı ki sargılanmış? Acaba hüznün sebebi o yaralar mı? Beden yaralı değil ama sadece sargılıysa bu kez tüm o sargıları kişinin kendini yaşam savaşında korumak için bedenine sardığı bir kalkan/zırh gibi de düşünebiliriz. Toplumsal bir varlık olan insan çıplak yaşayamaz, kendini korumak zorundadır ancak bir süre sonra onu koruyan zırhı, toplumsal kimliği ve üst benliği kişinin kulaklarını ve ağzını da kapalı hale getirmiş ve onu çaresiz kılmıştır. Hüznün kaynağı bu da olabilir. Sargılı bedenler İdris Esen’in diğer tablolarında da yinelediği bir tema. Öyle ki bazı resimlerinde kişi kendini mutlu, huzurlu hissettiğinde ve anlaşıldığını düşündüğünde sargıları gevşiyor ve sökülmeye başlıyor. Dolayısıyla sargılar yaralı bedenler için değil. Hepimizin bedenlerindeki görünmez sargılar.
Adeta aynaya yansıtma işlevi veren “sırrı” eliyle silip tam da içinden bize bakan bu siluet belirli bir kişi değildir, kimliksizdir, cinsiyeti de belli değildir. Her yanı sargılıdır, tüm bedeni ve neredeyse tüm yüzü sargılıdır. Bu kişinin sadece bakışları ve o el hareketi vardır. Eliyle resmi geçişli kılar, aradaki sırrı kaldırır ve bakış karşılıklı hale gelir. Çapıcı bir imgedir bu. O el hareketi bize “görmeye asıl şimdi başlayacaksın, ben de seni görürken” der. Resmi çizen el, resimle aramızdaki o düz boyayı silen, yani perdeyi aralayan eldir. Resimdeki imge o el hareketini yapmasaydı ortada resim yerine düz, altın sarısı simli bir boyadan başka bir şey olmayacaktı. O el olmasa resim de olmayacaktı. Bu açıdan resim bir üst-kurgudur. O el ressamın elidir. Ressam ise imgesiyle oradadır. Kendine ait imgeler dünyasından kendi elini kullanarak bir perde aralayıp sanat eseri aracılığıyla bizimle, gerçeklikle iletişim kuran ressam bir tür oto-portre çizmiştir sanki. Resim yapma sebebini çizmiştir. Bizimle kurduğu iletişim resimdeki figürün tek sargısız yanı olan gözleriyle kurduğu görsel iletişimdir. Çizmeye çalıştığı duygu ise hüzündür. Hüznün iletisidir resim.
Resmin bizi şaşırtma amacı, bize kendimizle ilgili bir şeyler hatırlatmaktır. Yaşamı sadece bakarak ama görmeden sürdüren gözlerimiz, görmeye başlasın diyedir adeta. Her gün duyduklarımız, konuştuklarımız, sosyal kimliklerimiz, bizi birey yapan her şeye kulaklarını tıkar, dilini bağlar ve sadece görmemizi ister resim. Belki de en canlı sandığımız anlarımız en ölü anlarımızdır. İdris Esen, düşüncelerini, duygularını bir sanatçı farkıyla, duyarlılığıyla ve bir düşünür derinliğiyle bizimle paylaştığı için çok şanslıyız.